AŞKI, BULUNMASI İÇİN
GİZLEDİM
Sorular: Meltem Yılmaz
– Öncelikle kitabınızın ilginç ve merak uyandırıcı ismiyle başlamak
istiyorum. İstanbul'da Beklenen Devrim(Özgür yay. Temmuz 2011) derken ne anlatıyorsunuz?
Atilla Birkiye: İstanbul şehri ile devrim kavramını anlatmaya
çalışıyorum; ancak bu tarihsel bir açıklama, bir kuram ya da arkeolojik bir anlatım,
bir gezi güzergâhı değil ya da bir özeleştiri değil; düzyazıyı da zorlayan
imgelerin içinden, metaforların içinden çağrışımlarla yol alarak; bendeki
izler, anılar… farklı bir boyuta doğru ele almaya çalışmak, özellikle de
devrim’i… Tabii ki “ben”i eksen alan bir içerik var; mümkün olduğunca bunu
lirik bir söyleyişle yazmaya çalıştım.
– Bu kitabınızda İstanbul'a nasıl bir açıdan bakıyorsunuz?
A.B.: Aslında, niyetimde ters bir durum vardı; İstanbul “bana baksın”
istedim. Deneme, günlük, roman vb. otuz yıldır kitaplarımda şu veya bu şekilde
İstanbul var; son birkaç yıldır da İstanbul “özne” olarak var. Bu da böyle bir
kitap! Son zamanlarda bu özne olma durumu derinleştiğinden, “İstanbul”u kitap adlarına
da taşıdım. Bu üçüncü kitap (roman-gezi-anlatı), bir adet (deneme) daha kaldı; şu
ân onu yazmaktayım. Şehrin “etkileyici” özellikleri bir yana, bir yansımanın
karşılığı olarak İstanbul sözcüğü geçtiğinde bile, bir çırpıntı oluyor içimde, her
türlü “çirkinliklerine” karşın. İstanbul “bana baksın” derken, bir kişileştirmeyi
kastetmiyorum; bu kendimi pek yakın hissetmediğim yazınsal bir “oyun”. Söylemek
istediğim, bir bakıma aynanın içine girebilmek gibi... çünkü bir anlamda,
İstanbul’da “varoluşum”, bu kitap!
– Bu kitabı nasıl bir yaşanmışlıkla, ne düşünerek ve nasıl hissederek
kaleme aldınız?
A.B.: Çok klasik bir benzetmedir ama ben de deneyeceğim: insanın, ölümle
burun buruna geldiği ânlarda, hani denir ya, “Yaşamım bir film şeridi gibi
gözlerimin önünden geçti”! Bunun gibi bir şey, dönüp baktığım geçmişten, bugüne
gelirken film şeridinin hızla sarılması. Bu durumu birkaç kez yaşadım ki bunlar
da kitapta var. Kuşkusuz bu anı değil, özellikle belirteyim; her şeyden önce benim
ilgimi çekmiyor, anılarımı yazmak, anlatmak. Ancak soluduğum, hissettiğim İstanbul’un
duygusal izdüşümlerini yazabilmek bana daha cazip geliyor. İster istemez anı
parçaları giriyor işin içine. O film şeridi hızlı da olsa başka türlü sarılmıyor.
İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız, geçmişten bugüne gelmek epeyce
gerilimli. Gerçi bu Türkiye için de geçerli. 27 Mayıs’ta çok küçüktüm ve babam
ağbimi, bir kamyona koymuştu ekmek almaya gitmesi için; sokağa çıkma yasağı
vardı, kamyonun arkasında bir yığın insan vardı. 12 Mart’ta Deniz’ler asılmasın
diye, pul yapıştırdığımı anımsıyorum; 12 Eylül darbesinde ölen arkadaşlarımızı,
binlerce işkence gören insanı bilmem anlatmaya gerek var mı! Kitaplarımızın
toplatılmasına ne demeli, kitapların suçlu gibi televizyonda gösterilmesine! Yurdundan,
şehrinden, mahallesinden uzaklaşmak zorunda kalanlar; kaçanlar, gizlenenler, vb.
Bu işin siyasi yanı. Ya yağmalanan, çirkinleştirilen ve hâlâ süren; yani
özcesi, kimlik gibi yüzyıllardır taşıdığı silueti bozulan, Mimar Sinan’ın
katledilen şehri…
– İstanbul'da Beklenen Devrim’i
diğer yapıtlarınızdan farklı kılan nedir?
A.B: Diliyle, üslubuyla, biçimsel özellikleriyle birlikte sayfada metnin
yer alışı da ki bu içerikle çok ilintili, öteki kitaplarımdan farklı kılıyor İstanbul’da Beklenen Devrim’i. Anlatı dedik tür açıklamasına. Her kitapta
yaptığımız için bir tanım gerekiyor. Açıkçası bu “belirsiz” bir tanım. İtiraf edeyim ki kitabın
ortasında yer alan, “Gençlik Heyecanları” bölümüyle başladım. Ancak onları
düzyazı şiir olarak yazmayı denedim; bu süreçte, bazı dış etkenlerle birlikte
kitap düşüncesi oluştu. Hani göle atılan bir taş gibi, su halkasının giderek
büyümesi. Düzyazı şiirin içinden çıkamadım ancak yaratım sürecinde ki bu da iki
buçuk yıl kadardır, yazar ve şair arkadaşlarıma okuttum, düşüncelerini, eleştirilerini
sordum (hepsine çok teşekkür). Biçimin ağırlıklı olduğu bir yazı deniyordum,
kuşkularım oluşuyordu. Sonunda “anlatı” dedim. Çağrışımlarla, imgelerle,
metaforlarla, sıçramalarla da olsa, “inandığım” şehri ve devrimi anlatmaya
çalışıyordum.
– İstanbul'da Beklenen Devrim,
içinde aşk sözcüğü geçmeyen tek kitabınız. Bunun özel nedeni nedir?
A.B.: Kitabın içinde aşk sözcüğü bir akrostiş olarak bir-iki yerde var.
Bunu gizledim ama bulunması için gizledim. Aslında aşk kavram olarak da var,
tikel olarak da var. Farklı aşklar var; bir şehre olandan, anneye; ya da bir
ütopyaya olan aşk var! Ya da tanımsız heyecan ânları! Aşk sözcüğünün geçmemesi,
biraz da yazınsal bir oyun, özellik gibi düşünülmeli. Zaman zaman aldığım bir
eleştiridir “aşk” sözcüğünü (bu temayı da) çok sık kullandığım. Aslında
sözcüklerden hiç çekinmem, o ne ise odur. Evet, bazen çok kullanırsanız değerinden
yitirebilir ama bu çok kullanmanın da, biçiminin (tarz) önemli olduğunu
düşünürüm. Yine de bu kitapta, yukarıda da belirttiğim “Gençlik Heyecanları”
başlıklı bölümü yazarken, sözcüğü kullanmasam, dedim, Çünkü kitabın tamamımda
olmasa bile, biraz da ondan “anlatı” dedim, “kurmaca” var. Gerçek olan ile hayalde kurgulananın iç içe geçmesi. Türkçe’de
gizli özneyi çok rahatlıkla kullanırız; biraz da bunun gibi bir şey. O bölümde
deneyince, o bölüm de kitabın başlangıç “halkası” olduğu için, bunu kitabın
bütününe yaydım. Öte yandan, bu sözcüğün kullanılmasının gerektiğini de
düşündüğüm için, çünkü bazen ne hikmetse bu sözcükten utanılır bazen korkulur
bazen bu sözcük uğruna cinayet bile işlenir, kullanma biçimini değiştirdim;
sonuç olarak yazınsal bir oyun oldu.
– Hemen hemen tüm yapıtlarınızda aşk önemli bir yer işgal
ediyor. Ancak altında başka şeyler de yer alıyor. Peki bu kitapta başka neler
var?
A.B.: Evet, altlarda her zaman bir mesele vardır. Benim için vardır,
siyasidir, modernizmle ilgilidir, eleştireldir çoğunlukla. Bu kitapta biraz
tersi oldu, aşk metnin katmanlarına indi, ortadaki bölüm hariç. Üstte ise: kurtulamadığımız
mitolojik figürler; Freud, Jung dolayısıyla psikanaliz yani bilinçaltımız/bilinçdışımız,
iç/dış çatışmalarımız, Beşir Fuad ile edebi hayatımızda başka bir boyut kazanan
intihar meselesi, doğu-batı, arabesk gibi yaşamımıza saplanan, izi kalan bazen bir
türlü üstümüzden atamadığımız, bazen atmak istemediğimiz bazense
anımsadığımızda kedimizi çok iyi duyumsadığımız izler… Ya da yazma sürecinde
olanlar, örneğin Gazze!
– Kitabınızında, "batına inanmasam da bu anlatıda sayıların gizi
var" diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
A.B: Bu dediğiniz, bölüm
başlıklarıyla, onların altında yer alan öbeklerle ilgili. Bunların (adet
olarak), yaşamıma ilişkin somut karşılıkları var. Bunu da gizledim ama bulunacak
bir şekilde; yine yazınsal bir oyun olsun istedim. Bu yüzden de sizin
alıntıladığınız biçimde dile getirdim. Mistik bir yaklaşım, inanış değil,
olduğu gibi yazının estetiğiyle (biçim) ilgili. Sayılarla ilgili “metafizik”
görüşler var; ne var ki böylesine bir
noktadan yola çıkmadım. Kitapla ilişkilendirdiğim sayıların “rastlantı
değerini” ki bu ailemle de ilgili, belki de abartıyorum; aslında edebiyat da
abartının estetiği değil mi?
(Bu söyleşinin büyük bir bölümü Cumhuriyet
Gazetesi’nde [22 Ağustos 2011] yayınlandı.)