NÂZIM HİKMET ŞİİRİ KİME YAZDI?
Bir şiirin esin kaynakları bazen
“bir”den çok olabilir. Çeşitli duygu durumlarından olabilir, çeşitli
izlenimlerden olabilir. Farklı alanların iç içe geçmesinden olabilir. Bir esin
kaynağından yol alınmasına karşın yaratım sürecinde başka esinler/özneler de
katılabilir.
Ayrıca, şairin birine “yazdığı” bir
şiir, özel ithaf ile bir dergide yayınlanırken, daha sonra, diyelim kitabına
aldığında o ithafın kalktığını da görürüz. Bunun örnekleri var. Diyelim aşk
şiiri, diyelim eril bir bakıştan yazılmış; acaba yalnızca bir tek kadın mıdır
şiirin öznesi/duygusu? Bazen birinin saçı, ötekinin gözü, bir başkasının edası,
birlikte ele alınabilir ve aynı şiir içinde eriyebilir; olabilir.
Yıllar Öncesinden, Mavi Gözlü Dev!
Yıllar öncesinin tartışması: Nâzım
Hikmet, “Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri” (1932) adlı şiirini
kimin için yazmış! Memet Fuat ile Kemal Sülker ve Kerem Güney arasındaki
tartışma, Memet Fuat’ın Nâzım ile Pirayekitabından (derleme, De yay. 1975) sonra başlıyor. Memet Fuat Adam Sanat’ta ayrıntılı bir yanıt
vermişti: “Mavi Gözlü Dev” (Mayıs 1986; Nâzım
Hikmet Üstüne Yazılar, Adam yay. 2001).
Tartışmanın özü şuydu: Nâzım Hikmet şiiri Piraye’ye mi yazdı, yoksa ilk karısı
Nüzhet Hanım’a mı? Memet Fuat yazısında, annesi Piraye Hanım’ın sözlerini
aktararak kişisel “tanıklığını” sergiliyor, yazınsal dayanaklar ile belgeler de
gösteriyor.
Şiirin şuna veya buna yazılmış
olması kuşkusuz şiirin gücünü, güzelliğini vb. belirlemiyor. Kime yazıldığı çok
da önemli değil; önemli olan şiiri sevmek, benimsemek, okumak ya da beğenmemek!
(Kime yazıldığı farklı bir inceleme alanı.) Ne var ki geçenlerde okuduğum bir
kitapta, bu şiirin başka bir “kadın”a yazılmış olduğu yer alıyordu; doğrusu çok
şaşırdım!
Teyzem Latife (Pegasus yay. Nisan 2011) adlı
kitap bir söyleşi kitabı. Fatih Bayhan, Latife Hanım’ın kardeşinin torunu M.
Sadık Öke ile “Latife Olayı” çerçevesinde konuşmuş. Kitabın konusu, ileri
sürdüğü düşünceleri vb. bir yana, Öke’nin Nâzım Hikmet’ten söz açtığı, gönderme
yaptığı bölümler (cümleler) çok ilginç:
“... Latife Hanım karşısında babası
gibi bir adam bulmayı umuyor çünkü babasını çok severdi, babasına karşı ayrı
bir düşkünlüğü vardı. Nazım Hikmet ‘Mavi Gözlü Dev’ şiirinde bunu en güzel
şekilde belirtmiştir. Bir yerde bir yuva, bir ev, bir aile isteğiyle, babası
karakterinde bir kocayı, Mustafa Kemal’in karakteriyle birleştirmeye
çalışmıştır Latife Hanım.” (s. 202)
Her şeyden önce şairimizin adı Nâzım
Hikmet olarak yazılıyor; yani şapkalı (düzeltme işareti); benzer şekilde şiirin
adı da yukarıda belirttiğim gibi “Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve
Hanımelleri”dir. (Diyelim, basıma hazırlanırken gözden kaçmış!) Yine şöyle
diyor Öke:
“... Nazım Hikmet de şiirinde mavi
gözlü devin ve minicik kadının hikâyesini anlatır; her ne kadar kendi eşine
yazdığı iddia edilse de, aslında onu Latife Hanım için yazmıştır. Kendi karısı
Piraye Hanım minicik değildi, uzun boylu bir kadındı. Biz bunu biliyoruz çünkü
Nazım Hikmet’in babası Süreyya Paşa’nın sahibi olduğu Kadıköy’deki meşhur
Süreyya Operası’nın müdürüydü. Ayrıca Nazım Hikmet Latife Hanım’ın dayısı Naci
Sadullah’ın en yakın arkadaşıydı. Dolayısıyla biz şiiri kime yazdığını gayet
iyi biliyoruz:” (s. 204)
Bundan sonra da şiirin ilk iki öbeği
aktarılıyor. Keşke, kitap yayına hazırlanırken bu iki öbek “bütün yapıtlar”a bakılıp
öyle alınsaydı; o düzen korunsaydı. Ama önemlisi alıntılandığı gibi “ebruli”
değil, “ebruliii”dir (dahası, şiirde bu sözcüğün ilk geçtiği 4. dizede “i”si üç
adet, ondan sonraki iki ayrı dizede [12. ve 22.] dört adet ve en son geçtiği
27. dizede de beş adettir). Bir önemli hata da, ikinci öbekteki beşinci dize (merdiven dize) “çalamazdı
kapısını” iken, ne hikmetse bu kitapta “yapamazdı kapısını” olmuş. (Diyelim gözden
kaçmış!) Bu konu şöyle bağlanıyor:
“İki kıtası daha var şiirin, son
kıtası Piraye Hanım’la evlenmek istediği zaman eklenmiş. Şiirin üçüncü
kıtasında, minnacık kadının devin yolunda yorulunca kısa boylu şişman bir
adamla ebruli hanımeli açan evden içeri girdiği söyleniyor. Bu ev İzmir’deki
evdir. Hatta Ayaspaşa’daki ev de ebruli hanımeli ve mor salkımlı bir evdi. Kısa
boylu adam da babası Muammer Bey’i simgeliyor.” (s. 204)
Dev ama Minnacık Değil!
Kuşkusuz bir şairin esin
kaynaklarını tam olarak bilmemiz güç, şayet kendisi açık bir biçimde yazmamış,
söylememişse; yukarıda da belirttiğim gibi, bir “iç içelilik”, bir “çağrışım çeşitliliği”
vb. olabilir. Kendi adıma ilk kez böyle bir “tez” duyduğum için doğrusu
yadırgadım. Nüzhet Hanım, Piraye Hanım, şimdi de Latife Hanım ileri sürüldü şiirin
“özne”si olarak! Doğrusu bana çok uzak bir olasılık görünüyor. Kaldı ki Memet
Fuat’ın tanıklığı yazıya geçmiş. Memet Fuat son öbeğin, ikisinin birlikte evlenmeye
karar verdikten sonra yazıldığını (eklendiğini) söylüyor. Öke’nin dediği gibi
“evlemek istediği zaman” değil. Nâzım Hikmet zaten baştan beri Piraye ile
evlenmek istiyor, bu konuda da onu ikna etmeye çalışıyor. Konunun ayrıntıları
Memet Fuat’ın yazısında (kitabında); ayrıca Piraye’nin bu şiirden
hoşlanmadığını da belirtiyor.
Ne var ki en çok yadırgadığım
Öke’nin bunun böyle olduğunu yani
Latife Hanım için yazıldığını söylerken “Biz bunu biliyoruz....”, “... biz
şiiri kime yazdığını gayet iyi biliyoruz” demesi. Bu söyleyiş biçimi (aslında
kitabın başından sonuna kadar sürüyor) çok çok kişisel ve birinden duyma,
neredeyse de –elim pek varmıyor ama– “dedikodu”. Bu “biz”, Latife Hanım’ın
ailesi. Belli ki Öke de üst kuşaktan duymuş. Kim bilir belki de öyledir!
Öyle olsa bile, bu “biz” bir dayanak
olabilir mi? Nâzım Hikmet’in Süreyya Paşa’dan nefret ettiğini (ki Öke
söylemiyor!), Naci Sadullah ile “ne şekilde” arkadaş olduğunu “biliyoruz”. Resimli
Ay dergisine Nâzım Hikmet’i “dövmeye” geliyor Naci Sadullah, ailesine yergi
yazdığı için; üstelik Gece Gelen Telgraf(1933 başı yayınlanıyor) adlı kitap yayınlandıktan sonra. Yani sözünü ettiğimiz
şiir de o kitapta; anlaşılan şiir yazıldıktan sonra “tanışmışlar”! Sonra da
arkadaş olmuşlar. (Bkz. Memet Fuat, Nâzım
Hikmet, Adam yay. Ağustos 2000.) Ancak bu verilere dayanarak şiiri Latife Hanım
için “yazmadı” da pek dememeliyiz. Başka yollarla da, yazınsal, edebiyat içi ilişkilerle
de buna dayanak bulmaya çalışmalıyız.
Gelelim şiirdeki kadına. Şiiri söyleyen, “minnacık kadın”ın “ideali”ni (hayal),
çiçeklerle dolu bir bahçe, olarak belirtiyor! Özellikle de hanımeli ve de
ebruliii! Latife Hanım’ı imliyor olabilir mi? Latife Hanım’ın da “normal” bir
evlilik, “mükemmel” bir eş vb. istemesi doğal ama yaşamına baktığımızda idealinin
çok daha farklı ve “yüksek” olduğunu görüyoruz. İpek Çalışlar’ın kitabının (Latife Hanım, Doğan yay. 2006) son
derece başarılı bir çalışma olduğunu yeri gelmişken belirtmeliyim.
Latife Hanım zengin ve köklü bir
ailenin üyesi, çok iyi eğitim almış, birkaç dil biliyor ve toplumda dolayısıyla
yeni kurulan bir toplumda etkin rol oynamak istiyor, “kadın” ve “genç” de olsa!
Başta Çalışlar’ın kitabı olmak üzere, bu konuda okuduğum birçok kitapta Latife
Hanım’ın milletvekili olma isteğinden söz ediliyor (belki daha da fazlası!). “Lider”
özelliği ve de cesareti var. Son derece “aktif ve “atılgan”; yalnız dönemin
kadını olarak değil, dönemin bireyi olarak da “farklı”! Yani şiirde “zengin bir
cücenin kolunda” dizesinde imlendiği gibi “pasif” ve genelgeçerli bir “kadın” tanımına
hiç uymuyor. Şayet onun için yazılmışsa ki hiç sanmıyorum; gerçeklik ile imge
ilişkisi açısından şiir çok zayıf, tutarsız ya da “örtüşmüyor” diyelim!
Daha önceki tartışmalarda da vardı;
anlayamadığım Mustafa Kemal ya da Nâzım Hikmet “dev” olabiliyor da Piraye Hanım
“minnacık bir kadın” niye olamıyor, şiirde...
Yedi Tepe Neyi Çağrıştırıyor?
Nâzım Hikmet’in gerçekten de bu “imge”
meselesi açısından “örtüşmediğini” düşündüğün bir “deyiş”i var, 14 Mart 1956
tarihli “Karlı Kayın Ormanında” adlı şiirinde. Özellikle de Zülfü Livaneli’nin
şarkısından sonra kitlelerin dilinden düşmeyen şu iki dize:
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Şöyle demeliyim “modern İstanbul”un “yedi
tepeli şehir” olarak anılmasını tutarlı bulmuyorum. Çünkü bu “yedi tepe”, surların
içinde, Bizans yani Konstantinopolis sınırlarında. İstanbul ise her ne kadar
adı Yunanca’dan gelse de bu sınırların
çok çok dışında ete kemiğe bürünmüş, modern bir şehir olarak (olduğu kadarıyla).
En azından şiirin yazıldığı tarih itibarıyla böyledir ya da modern olmaya
yönelmiştir vb. diyebiliriz. 1453’e gitmeyelim, 18. ve 19. yüzyıldan sonra
İstanbul, “şehir” olgusu/tanımı açısından artık o surların dışında. Şehrin –evrensel
bir bakış açısıyla– tarihsel kalıtının sahiplenilmesine, bunun imgesel olarak
şiirde, romanda vb. ifadesini bulmasına karşı değilim ancak; hani Boğaz, Adalar
ve de Pera’daki (Beyoğlu) yaşam! (Sınıfsal açıdan baktığımızda, Haliç Tersanesi
bile surların dışında.)
Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye
Cumhuriyeti’ni imleyen, yirminci yüzyıl İstanbul’unu imleyen, dolayısıyla “modern
çağın” şehrini imleyen bir deyiş gelmiyor bana “yedi tepe”. Tutarlı değil;
örtüşmüyor! Ardından gelen dizeyle birlikte “söyleyiş güzelliği” kuşkusuz var;
var ama İstanbul tepelerle dolu bir şehir: Çamlıca tepeleri, Beykoz, Sarıyer,
Bebek, Fikret’in Aşiyan’ı (diyelim Maltepe çok uzak!) vb. Hele de Nâzım Hikmet,
hiç mi Çamlıca tepelerinde dolaşmadı; bir kadın saçının rüzgârına karışmadı?
Yukarıda belirttiğim gibi sözü geçen
şarkı dolayısıyla “yerleşik algı”yı kırmak, farklı bir yöne çevirmek güç; ama
unutmayın ki o “yedi tepe”nin içinde İstanbul’un çok özel bir tepesi olan
Pierre Loti de yok!
(“Kalemin Ucu”, Özgür Edebiyat, Eylül-Ekim 2011)