SAVAŞ
YILLARINDA ERGENLİK ÇAĞINDAKİ ROMANIMIZA BAKIŞ
Yirmi
yaşlarındaki Cemal, 1920 yılının Eylül ayında altı yıl uzak kaldığı
İstanbul’una döner, bambaşka bir şehir bulur; ne maddî ne mânevî çocukluğunun
şehri değildir artık. Bâbıâli yokuşunu çıkarken süngü takmış bir Fransız müfrezesi
görür, “Marseyez”i söylemektedir, “Bu ihtilal ve insanlık türküsü bir işgal
müfrezesine hiç yakışmıyor” diye düşünür, ardından müfreze başka bir marşa geçer,
Cemal’in anlatımıyla “harb edebiyatında adı geçen bir türküye”. Cemal “… bunlar
belki güzel şeyler ama benim İstanbul’umda ne işleri var. Biz harbe girmekle
hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam ettirmeli miydiler?
Tarih bir yerde bütün hataların tasviyesini yapmayacak mıdır?” Diye kendi
kendine sorar, sonra bir İskoç kıtasıyla karşılaşır.
“Bu
tesadüf kendi memleketlerinde olsaydı yahut buraya bir dostluk tezahürü için
gelmiş olsalardı, ilk defa gördüğüm kıyafetleriyle ne kadar hoşuma gidecekti.
Fakat şimdi Beyazıt Camii’le Şehzadebaşı Camii’nin arasında, yüzlerinde keder
akan bu halkın arasında sadece ıstırap veriyorlardı.” (s. 13)
Cemal
için artık o eski İstanbul yoktur, yoksul ve yoksun bir İstanbul vardır. Cemal,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin
Dışındakiler (1950) romanının anlatıcısı ve başkişisi. Roman 1920 yılına
odaklanmış ama geriye dönüşlerle Savaş öncesi anılar ve sırasındaki yıkım
sahneleri yer alır; bu yıkım ve bu yıkımın uzantısı günler anlatılır.
Şu Paşalar Olmasaydı!
Osmanlı,
Dünya Savaşı’na girmeyebilir miydi? Bu biraz tarih dışı soru da olsa, bugünden
bakıldığında, İttihat Terakki’nin lider kadrosunu oluşturan Enver, Cemal ve
Talat paşaların yönetimi olmasaydı, “Acaba/sanki girmez miydi?” sorusu da
geliyor insanın aklına.
Öte
yandan Osmanlı bir yana, savaşın Avrupa’da kaçınılmaz olduğu çok açık; zaten
öncesinde uzmanların görüşü de bu doğrultuda. Bir yanda sömürgeleriyle emperyal
güç Britanya Krallığı ile yanındaki güçlü devletler, sömürgeleri olan Fransa ve
Rusya; özellikle Rusya’nın Osmanlı üzerindeki arzusu, (kıvılcımı çakacak olan
Sırbistan), daha sonra katılacak olan İtalya. Öte yanda da yeni bir emperyal
güç olan Almanya, ama Almanya henüz sömürge sahibi değil, yanında Rusya ile
itişen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Bu kesime katılacak olan ve Balkanlar’da
genişleme peşinde koşan Bulgaristan. Büyük çıkarlar, uluslararası sermaye
gruplarının çıkarları, sömürgeler ve oradaki kaynaklar, zenginlikler, Ortadoğu’daki
petrol, belki petrol bugünkü gibi bir enerji kaynağı olarak yaygın olmasa da
yeni bir cevher ve doğal kaynak. İster istemez bu faktörler uzlaşmaz
kutuplaşmayı oluşturuyor ve henüz devletlerde bir “barış” fikri olgunlaşmadığı
için ya da çıkarlar barış fikrinin çok çok üzerinde olduğu için, savaş
kaçınılmaz oluyor.
Osmanlı
da özellikle Balkanlar’da yitirdiği toprakları ve Ortadoğu egemenliğini
sağlamlaştırmak için Almanya’nın yanında savaşa giriyor. 1914 Temmuz’unda Sait
Halim Paşa’nın yalısında Enver, Talât, bir de Meclisi Mebusan başkanı Halil
Bey, Alman büyükelçisi aracılıyla Almanya ile bir anlaşma yapıyor, ardından
para alıyor, lojistik, stratejik destek alıyor çünkü Osmanlı ordusu teknolojik
olarak geri; gerçi bunu kimi Alman generalleri biliyor ama onlar da kendi
hükümetlerine sözlerini geçiremiyor. Sonuç itibarıyla Osmanlı, İttilâf
devletleriyle birlikte dört yıl savaşıyor, sonu hüsran, bu sürede Çanakkale ve
Irak’taki Kuttülammâre zaferlerinden başka da “başarı”sı yok.
Birçok
ülke için savaş dört yıl sürerken, Osmanlı için aslında bu dört yıllık savaşın,
öncesi ve sonrası da savaşla geçiyor. 1911’de İtalyanlar’ın Trablusgarp’ı
(Libya) işgali, ardından 1912/13 Balkan Savaşları ki epeyce bir toprak
yitiriyor. Ardından işte Dünya Savaşı, çok kısa yâni Mondros’tan birkaç ay
sonrasındaki “ara”, sonrasında da 1922’nin sonuna kadar sürecek olan Millî
Mücadele.
Bu
yıllardan birazcık daha geriye, 1908’e gidersek, 1914’e kadar (ilk zamanlarda
birazcık hürriyet), iktidar mücadelesiyle, özellikle İttihat Terakki ile Ahrar daha
sonra Hürriyet ve İtilâf Partisi arasındaki çatışmayla, sürtüşmeyle, darbelerle,
siyasî cinayetlerle, ha bire kurulan hükümetlerle dolu.
Fikir
hayatı da aslında karışık ve bir yön bulma sorunu var. Çünkü İmparatorluk’un
çöküş süreci, büyük devlet umutlarının çoktan yıkılmış olması, öte yandan
Tanzimat’tan gelen bir yarılma da var ve Fransız Devrimi’nden, Aydınlanma’dan,
ulus devlet oluşumlarından, Avrupa’daki milliyetçilik ülkülerinden de aşrı
etkilenme var doğal olarak. Bunların uzantıları olarak fikir hareketlerinin de
gelişmesi, ortaya çıkıp serpilmesi: Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık
gibi. Kuşkusuz bunlar edebiyata da yansıyor. Özellikle şiire, romana.
Modern Romanın Kapısı
Aralanıyor
Bu
yıllar aynı zamanda romanın sanki “ergenlik” yıllarıdır; ve de çok az roman yazılır,
yayınlanır. Halid Ziya da mihenk taşıdır. Daha öncesinde Ahmet Mithat, öteki tanzimat
romancıları, H. Ziya’nın çağdaşı Hüseyin Rahmi eğitsel bir tavır içindedir ve
roman prototipleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle Batı özentili
alafranga züppe, kocasını aldatan kadın vb. Ama tip’lemelerdir. Özellikle H.
Ziya ile, Serveti Fünun ile estetik anlayışın önem kazanması ve karakter
oluşumu gelişiyor, hattâ başlıyor.
Evet
roman Batı’dan gelmiştir, başka edebî türler gibi. Romanı bir ağaç fidesi
olarak düşünebiliriz; ama ekilebilecek bir toprak olması gerekir. Burada da
vardır. Yâni “Aslı ile Kerem”, “Ferhad ile Şirin” gibi hikâyeler, Binbir Gece’nin, Anadolu masallarının
uzantıları ve meddah geleneği vardır. En çok da bunu H. Rahmi’de görürüz. Batı’dan
gelen bu romanda, başlangıcından bugüne kadar şu veya bu şekilde tartışılan
Doğu-Batı sorunsalının en belirgin ve en baskın “sanatsal fikir” olduğunu da
söylemek gerek.
H.
Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su (1900) ile
modern romanın kapısı aralanır; çoğunlukla Batı tarzı roman diye tanımlanmıştır
(buna 1897 tarihli Mai ve Siyah da
eklenir). Romanın ana karakteri Bihter’in dönüşümü, gelişim evreleri, olay
örgüsüyle birlikte gerçekleşir (bunu da ilk Berna Moran saptar). İç ve dış
çatışmaları, özellikle piknik akşamındaki ayna sahnesi, öteki karakterlerin
işlenişi, Bihter ile ilişkileri ve olay örgüsüne yedirilişi ve de H. Ziya’nın
bunu kaleme alış biçimi gibi özellikler, gerek o zamana kadar romanda, gerekse yazarın
kendi romancılığında bir sıçramadır; roman bir üst evreye taşınmıştır.
Hemen
ardından gelen Mehmet Rauf’un Eylül’ü
(1901), yine bir aşk ama imkânsız aşk ekseninde, bireyin, özellikle baş
karakterlerden biri olan Necib’in psikolojik derinliğine inilmesiyle, Eylül ile
tanım bulan ve yazarın ayrıntıyla betimlediği sonbahar’ın bir metafor olarak ateşe
yol alışıyla (bu imkânsız aşkın alevidir), kurmaca sanatının en önemli
özelliklerinden biri olan inandırıcılığıyla, şu demin sözünü ettiğim modern
romanının kapısı biraz daha aralanır. Kuşkusuz M. Rauf üzerinde, H. Ziya’nın
epeyce etkisi vardır.
“Roman Kıtlığı”
Bu iki romandan sonra, bunlara 1902’de tefrika
edilen ama ancak 1924’te kitap halinde yayınlanan H. Ziya’nın Kırık Hayatlar’nı da katmak gerekir (yazar
en iyi romanın diyor çünkü), 1914’e kadar roman sanatında sıçrama yapan bir
roman olmamakla birlikte, dönemin romancılarının bazı verimleri de var. Örneğin
zaten son derece verimli bir romancı olan, toplumsal sorunları eğlenceli bir
biçimde anlatan H. Rahmi’nin Şıpsevdi,Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç, Gulyâbanî gibi romanları bu dönemde,
1911/12’de yayınlanmıştır.
Halide
Edib’in romanları var. Kadın sorununa yöneldiği Handan (1912), muhafazakâr bir çevreyle uyuşamayan genç bir kadının
yalnızlığını işlediği romanıdır. Daha çok siyasî bir roman olarak tanımlayabileceğimizYeni Turan da 1912 yayınlanır;
Osmanlı İmparatorluğu’nun içine girdiği durumdan çıkma, kurtuluş arayışıdır bir
bakıma. Fikir hareketlerinin uzantısının örneği olarak da gösterilebilir.
1911’deSiyah Gözler yayınlanır. Cemil
Süleyman’ın bu romanı, yalnız bir kadının, çevresindeki değer yargıları hiçe sayarak
aşkı tutkuyla yaşaması ve arzu ettiği erkeğin kollarına kendini cesurca
bırakmasıdır. Ancak tutkusunun denetlenemezliği onu, hastalıklı kıskançlık
bataklığına saplayacaktır. Düzyazı şiir gibi yazılmış bu roman ne yazık ki
günümüzde de değerini tamamıyla bulamamıştır.
Yine
H. Ziya’nın 1908/9 arasında tefrika olarak kalan, sağlığında kitap olarak
yayınlatmadığı Nesli Ahîr adlı bir
romanı vardır ki bununla romancılığını da bitirir. Bu bitiş, sanki “ergenlik
dönemi” diye tanımladığım dönemin “kıtlığını” imliyor yâni dönem için başlı
başına bir gösterge. Bu konuya tekrar döneceğim ama yazarın romanı ile kurduğu
ilişki, bir anlamda kendi yaratımı ile didişmesi, “bitirme”sinin nedeni oluyor,
denebilir.
Osman
Gündüz’ün araştırmasına göre, 1908-1918 arasında 228 roman, kısa roman ve
hikâye yayınlandığını görüyoruz; ama çoğunluğu polisiye, melodram, cep romanı yâni
popüler romanlar. 1914’te 17, 1915’te 9, 1916’da 3, 1917’de 1 ve 1918’de 7 roman
yayınlanmış. 1914 yılını, büyük kısmı savaşsız geçtiği için dışarıda
bırakırsak, dört savaş yılında 20 roman yayınlanmış. (E. Köroğlu, s. 209).
Ancak
1922’den, “savaş yılların”dan sonra romanın çoğalarak günümüze kadar geldiğini
görüyoruz; daha çok mütareke yılları ve özellikle İstanbul ve tabiî ki Millî
Mücadele romanların konusunu oluştuyor; temalar daha çok vatanseverlik,
milliyetçilik, kahramanlık vb. Kuşkusuz her zaman bir aşk da bulabiliriz. Ancak
Dünya Savaşı doğrudan konu alınmıyor, bazı romanlarda sahneler görüyoruz;
örneğin Sahnenin Dışındakiler’de, Tanpınar
bu savaşın yol açtığı yıkımdan, yoksulluktan çokça söz ediyor.
Cemal
İstanbul’daki evlerine gelir, kiracısından birikmiş kiraları alacaktır; ancak
kapıyı çalıp içeri girdiğinde büyük bir sefalet ile karşılaşır, genç ama yüzü
ıstırapla dolu bir kadın kapıyı açmıştır, bir tarafta ulumaya benzeyen
ağlamasıyla yatalak yaşlı bir kadın vardır. Genç kadının kayınvalidesidir. Görüntüden
sonra tabiî ki Cemal kiradan vazgeçer. Kadının anlattıkları, romandaki o sahneler
son derece etkili ve çarpıcıdır. Kocası üç gün önce tutuklanmıştır; kocasının
öteki kardeşleri Kafkasya’da ölmüştür, kayınvalidesinin uluması bu yüzdendir,
kendi kardeşini de iki ay önce götürmüşlerdir “… beş sene evvel evimizin
kapısını altı erkek birden açardı. Şimdi yapayalnızız” der (s. 129). Romanda
savaşla ilgili olarak yalnızca yıkım yoktur; avantacı savaş zenginleri, onların
çirkin yaşamları, özellikle mütareke yıllarında İngizler’le, Fransızlar’la iş
kotaranlar da eleştirel biçimde ele alınır; ayrıca “sahnenin dışındakiler” yâni
Anadolu’ya yardım edenler de kurtuluş fikirleriyle anlatılır.
Daha
sonraki yıllarda yazılacak olan Peyami Safa’nın 9’uncu Hariceye Koğuşu (1930), 1915’te geçer. Kemik veremine
yakalanmış bir gencin bakışından romanı okuruz; kendisinden birkaç yaş büyük bir
kıza olan aşkı vardır hastalığının yanı sıra. Romanın başındaki hastane
sahnesi, hemen ardından gencin sokaklarda yürürken betimlenen yıkılmak üzere
olan ahşap evler, bir yandan yoksulluğu işaret ederken bir yandan da Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöküşünü imlemektedir.
Şiir ve Hikâye
Burada
iki küçük pencere açmak gerek. Birincisi, Dünya Savaşı ve edebiyatımızla
ilgili. Öncelikle belirteyim, Erol Köroğlu’nun Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı 1914-1918 adlı kitabı çok
önemli. E. Köroğlu bu kapsamlı incelemesini “Propagandadan Millî Kimlik İnşâsına”
fikri üzerine kurmuş. Bildiğim kadarıyla Türkçe’de konunun tek kitabı; açtığım birinci
pencerede bu çalışmadan epeyce yararlandım ve yukarıda roman ile ilgili verdiğim
sayılar da bu çalışmada alıntılanmıştı.
Dünya
Savaşı sırasında ötki edebî türlerden şiiri epeyce görüyoruz, kuşkusuz bu
topraklar için çok doğal; döneme damgasını vuran şairler Ziya Gökalp, Mehmet
Akif Ersoy, Mehmet Emin, Abdülhak Hamit’tir ve hattâ 1918’de ünlenen Yahya
Kemal’i de saymak gerekir. (Nâzım Hikmet’in ilk şiirlerini de bu dönemde
yayınlandığını belirtelim.) Hikâye de fazla değil ama var, daha çok dergilerde.
İlginç
bir “girişim” var. Harbiye Nezareti, askeri destekleyecek, moral verecek, kamuoyunu
haberdar edecek, bir anlamda savaşın propagandasını yapacak bir kampanya açar.
Bu daha çok şiire, destansı metinlere yönelik. Şöyle ki kitap en güzel şekilde
basılıyor, yüklü bir telif ödeniyor, ayrıca çok sayıda yayınlanıyor ve
kitapları bakanlık satın alıyor. O zaman için böyle bir para bir daire alacak
kadar yüksekmiş. Yalnız İttihat Terakki’ye yakın şairlere değil, mualif
olanlara da teklif götürülüyor. Kuşkusuz bu yolla yazılan şiirlerin edebî değerleri
de tartışılır. Yusuf Ziya, M. Emin, Celâl Sahir, Rıza Tevfik, A. Hamit vb.
bunların arasında.
Hikâyeye
gelince, iki ismin öne çıktığını görüyoruz biri Ömer Seyfettin, millî edebiyat
akımının içinde yer alıyor, öteki İttihat Terakki’ye mualif Refik Halid. Ö. Seyfettin
bir dönem yazmaktan vazgeçiyor dahası duruyor diyelim, sonra çok yoğun bir
biçimde yazmaya başlıyor. Şöyle anlatıyor: “… harbin müthiş buhranı içindeyiz.
Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken, kim edebiyatla uğraşabilir?” Bunu sormuş
kendi kendine ve şu buhran geçsin yazarım diye düşünmüş. Sonra Z. Gökalp bir
gün ona “Türkiye’de buhran bitmez. Biri biterken biri başlar… Eğer yazmak için
hayalî bir devir bekliyorsan, o başka” demiş (aktaran E. Köroğlu, s. 366). Bu
sözlerin etkisinde kalarak ölümüne kadar yoğun biçimde hikâye yayınlar ve kısa
hikâyeciliğimizin temellerini atar. Sözlü yazılı edebiyatta yer alan eski
kahramanları tekrar hikâye biçimde yazar; sonrasında da yeni kahramanları, yâni
o günü yaşayan daha çok savaşın yükünü omzunda taşıyan insanları ele alır.
R.
Halid eleştirel yazılarından dolayı 1913/18 arası Anadolu’ya sürgüne
gönderiliyor. Kaldı ki yeni düzende de, 1922/38 arası, yurtdışındaki ikinci
sürgün dönemi oluyor. Anılarıyla, hikâyeleriyle, mizah yazılarıyla, romanlarıyla
yirminci yüzyıla damgasını vuran yazarlardan. Romanları daha çok 1930’lardan
sonra. Gerek Anadolu’da gerek İstanbul’da yaşayan sıradan insanları kaleme
aldığı Memleket Hikâyeleri (1919) genişçe
bir yankı buluyor. Kitabı oluşturan hikâyeler savaş yıllarında yazılmış.
Bunların bir kısmı da Z. Gökalp’in beğenisiyle ama Talât Paşa’dan icazet
alınarak daha çok “Yeni Mecmua”da yayınlanmış.
Kısaca
da olsa aydınların Çanakkale’ye davet edilişinden söz etmek gerek. 1915
Haziran’ında Ağaoğlu Ahmet, Ali Canip, Enis Behiç, Orhan Seyfi, M. Emin, Celâl
Sahir, Hakkı Süha, Ö. Seyfettin, Çallı İbrahim, Nazmi Ziya vb. gazeteci, şair,
yazar, ressam, müzisyen bir grup aydın başkumandanlık vekâleti (Enver Paşa projesi
yine) tarafından cepheye götürülüyor, gezdiriliyor, bilgi veriliyor. İzlenimlerini
döndüklerinde çeşitli yayın organlarında yazıyorlar ama bunlar yetersiz kalıyor;
ortak bir kitap tasarlanmışsa da bir türlü gerçekleşmiyor.
Romanın Dehâları
İkinci
pencereyi de dünya romanı için açmalıyım. Çok kısa söz edeceğim çünkü dünya
romanı almış başını gitmiş; klasik dönem geride kalmış, romanın olgunluk çağına
çoktan girilmiş. Bilinç akışı gibi teknikler, birinci tekil şahış anlatıcının
çeşitlendirilmesi, farklı biçimlerde kullanılması, biçim arayışları, deneysel
metinler vb. görülüyor. Kuşkusuz savaş atmosferi, çöküntüsü, ekonomik sıkıntısı
çoğu yazarda yaralar açmıştır, açmamış olamaz. Bunun verimi, ekonomik
koşulların da yayını düşdürdüğü ortadayken yine de büyük romancıları,
başyapıtları görüyoruz.
Bir
yanda birinci tekil şahıs anlatıcıyı bambaşka bir biçimde oluşturan, anıları ve
bu anılar içinde kişiler ile mekânları bir dantela gibi işleyen Marcel Proust “Yitik
Zamanın Peşindesi”ni yazmaktadır; büyük bir kısmı da yayınlanmıştır. Diğer
yanda James Joyce hikâye kitabı Dublinliler’i
(1914), Sanatçının Bir Genç Adam
Porterisi’ni (1916) yayınlamış, dünyanın ilgisini çekmiş ve bundan dolayı
da ABD’deki bir dergide Ulyssess’den
bölümler yayınlanmaya başlanmış (1918/20); ancak yasaklanması üzerine yarım kalan
roman daha sonraki yıllarda kitap olarak basılacaktır. Diğer bir yanda da D.H.
Lawrance, ilk romanı Oğullar ve
Sevgililer’i (1913), Yağmur Kuşağını(1916) yayınlamış ama bu kitabı, daha sonraki birçok kitabı gibi sansür
yiyecek, yargılanacaktır. Savaş dönemi sıkıntılarını ve askere alınmasıyla
ilgili sorunları da 1923’te yayınlanan Kanguru’da
anlatacaktır.
Yaşamları
birbirine benzeyen iki Çek yazardan da söz etmek gerekir kısaca. Almanca yazan
ve modern edebiyatın köşetaşlarından ve birçok dünya romancısını etkileyen
Kafka bu dönemde aslında birçok yapıtını bitirmiştir; ünlü hikâyesi Dönüşüm (1915), Ceza Sömürgesi (1919), Amerika’nın ilk bölümü Yitik (1913), Dava’nın
bir bölümü Kanun Önünde (1915) adlarıyla
kitap olarak yayınlanmıştır. Bilindiği gibi öteki kitapları ölümünden sonra basılacaktır.
Son
olarak da ikinci Çek yazar ama Çekçe yazan ve komünist olan Yaroslav Haşek’in
adını anmak gerekir. Aslan Asker Şvaykromanında, Dünya Savaşı’nın dahası savaşların ne kadar anlamsız olduğunu, bu
anlamsızlığın içinde yürüyen bireylerin doğal olarak askerlerin gülünç
durumlarını ince ve keskin bir mizahî dille ele alır. Ana karakter Şvayk, “çok mu
akıllı, çok mu aptal” sorsunu sordurtan ama saflığı ya da zihninin çalışma
biçimi de insanı son derece düşündüren bir roman karakteri olarak dünya sahnesinde
etkileci bir iz bırakacaktır. Haşek doğal olarak Avusturya-Macaristan ordusuna
alınmış, zorunlu olarak savaşa gitmiş, Doğu cephesinde tutsak düşmüş, Rusya’da esir
kamplarında kalmış, sonra da Bolşevikler’e katılmıştır. Aslan Asker Şvayk romanı her ne kadar 1923’te yayınlanmışsa da, Haşek’in
daha önceki yıllarda kamptan Prag’a döndüğünde, bizim meddah benzeri, romandan bölümleri,
anektodlar biçiminde barlarda anlatmış olması da işin başka eğlenceli yanıdır.
Özcesi savaşın canlı tanıklarından olan yazar, bütün savaş gürültüsü içinde
insanın insana yaptığı eziyeti de eleştiren bir “kara mizah” başyapıtına imza
atmıştır.
Bu
pencereyi kapatmadan önce, Dünya Savaşı’nı konu alan, ikisi de 1929 yılında
yayınlanan, dünya çapında ses getiren, sinemaya da uyarlanan iki romanın adını vermeliyim.
Biri, savaş atmosferindeki bir aşk ekseninde yol alan Ernst Hemingway’in Silahlara Veda’sı. Öteki de Erich Maria
Remargue’ın, özellikle lise çağındaki öğrencileri savaşa hamaset yüklü
söylevlerle gönderen öğretmenleri ve sistemi sert biçimde eleştiren, savaşın
acımasızlığını sergileyen Garp Cephesinde
Yeni Bir Şey Yok adlı romanıdır. Çok kısa sürede yirmi milyon basıma ulaşan
bu kitabın, Nazi döneminde (1933) yakıldığını, bilmem eklememe gerek var mı?
“Memleket Romancılığı”
Tekrar
romanımıza dönecek olursak Dünya Savaşı’ndan sonra giderek arttığını söylemiştik.
1918-1922 arası çeşitli romanlar var ama üç yazar dönemin romancısı olarak öne çıkıyor.
Özellikle de 1922 yılındaki üç romanlarıyla: H. Edib, Reşat Nuri ve Yakup
Kadri. Kaldı ki sonraki dönemlerde de verdikleri yapıtlarla önemlerini
sürdürmüşlerdir.
Bu
tarihten sonra, bir anlamda “memleket romancılığı” diyebileceğimiz ve R.
Nuri’nin emeğinin çok olduğu bir yaklaşım görüyoruz. Artık yalnızca İstanbul’un
değil, Anadolu’nun da romanı sıkça yazılır; oradaki insanın da bireysel,
toplumsal sorunları ele alınır. Çok doğaldır, direnme, yurdu savunma Anadolu’da,
Ankara’da örgütlenmekte, eylem olarak da orada gerçekleşmektedir; zaten kazanan
da orası olmuştur. R. Nuri, Çalıkuşu’nu
1922’de yayınlar. İstanbullu genç bir kızın kırık bir aşk hikâyesiyle
Anadolu’ya öğretmen olarak gidişi, oradaki yaşamı, özverili çalışması,
özellikle etrafındaki olumsuzluklar, Anadolu yaşamının ince betimlenişiyle verilir.
Bu roman, yazarına yurt çapında haklı bir ün kazandıracaktır.
Aynı
zamanda gazeteci olan Y. Kadri, davet üzerine 1921’de Ankara’ya geçer. Zaten
yazılarıyla Anadolu’yu desteklemiştir. Yunan ordusunun yaptığı hasarları inceleyen
bir heyetin içindedir (Tetkik-i Mezâlim Komisyonu). Çarpışmaların ardından gördüğü
sahnelerden ciddi biçimde etkilenmiştir ve bir gün Ankara’da –daha önce gelmiş
olan– H. Edib’e yazacağı “Ateşten Gömlek” adlı bir romandan söz eder. “Ateşten
Gömlek”in birkaç sayfasını da bir-iki dergide yayınlar; ancak H. Edib bu addan
çok etkilenmiş, tefrikasına başladığı romanına da “Ateşten Gömlek” demiştir. Y.
Kadri bu yüzden tefrikayı keser; ve yapıt 1932’de Yaban adıyla okurun karşısına çıkacaktır. Aydın köylü çatışmasını
işlendiği bu romanıyla edebiyatımıza Ahmet Celâl karakterini yâni “aydın
yalnızlığı”nı kazandırmıştır. Roman 1921 izlenimleriyle doludur, zaten zamanı
Sakarya Savaşı sırasına denk düşer. Kuşkusuz yazarın, on yılda romanı ele alış
biçiminde, sanatsal anlayışında değişlikler olmuştur. Yapıt beğenilmesine
karşın, eleştiriler de alır; özellikle de köylü eleştirisinden dolayı. Birtakım
düzeltmelerle ikinci basımı ancak 1942’de yapılır.
Kitap
olarak yayınlanan Ateşten Gömlek’e dönecek olursak kuşkusuz H. Edib
kendi romanını yazmıştır. Bunu ayrıntılarıyla kitabın önüne koyduğu, Y. Kadri’ye
itâfen yazdığı mektupta dile getirir. İsmi aldığı için ona hem teşekkür eder;
hem de ondan özür diler. Ateşten Gömlek,
Millî Mücadele’yi konu alan ilk romandır. İzmir’de kocası Yunan askerlerince
öldürülmüş güçlü karakterli Ayşe’nin ile ona âşık iki adamın, biri yüzbaşı
İhsan, öteki, önceleri etliğe sütlüğe karışmayan hâriciye memuru Peyami’nin
Anadolu’ya geçişleri, orada yaşadıkları ve savaşan öteki “ateşten gömlek giymiş”
insanlara katılışlarının öyküsüdür. Roman ilk Millî Mücadale romanı olarak
tanımlanmanın yanı sıra; Millî Mücadele’yi anti-emperyalist bir savaş olarak
kabul ettiğimizde, dünya literatüründe ilk anti-emperyalist savaşı konu almış
bir romandır da diyebiliriz, pekâlâ.
Susuzluk!
Bir
pazar sabahının neşesiyle kalkarsınız, musluğu açarsınız su parmak kadardır, sonra
ya ip gibi akar ya da hemen arkasından kesilir. 1914/18 arası roman da biraz
buna beziyor. Aslında yüzyıl başında önemli romanlar vardı, –Handan ve Siyah Gözleri eklersek de– seyrekleşerek 1914’ kadar bir şekilde
gelmiş, 1914/18 arası tam bir susuzluk; ancak yüzyıl başından beri bir kesinti
var.
Kuşkusuz
“savaş” önemli bir nedendir, onun yol açtığı ekonomik sıkıntı, matbaaların
dolayısıyla yazarın işini zorlaştırmıştır. Kâğıt bulma çok ciddi bir sorundur,
benzer şekilde ağır sansür koşulları da dağ gibi yükselir. Kimi romancılarda Ö.
Seyfettin’in belirttiği, “şu buhran bir geçsin” fikri egemen olmuş olabilir.
Yine savaşın getirdiği yoksulluk, parasal sıkıntı, geçim derdi de bir nedendir.
Bütün bunlar önemli de, bence bu “ergenlik” diye tanımladığım dönemin ana
meselesi de önemli bir nedendir ve sanki bir adım öndedir: Özcesi estetik, biçim arayışları öne çıkmıştır; yâni biz bu romanı
nasıl inşa edeceğiz meselesi’dir. Ayrıca buna, dönemin fikir akımlarından
benimsenen fikrin, nasıl romana gireceği ya da girip girmeyeceği de
eklenebilir.
Örneklediğim,
yüzyılın başındaki iki romandan (Aşk-ı
Memnu, Eylül), olumlu olumsuz, şu
veya bu şekilde, öteki romancıların etkilenmemesi söz konu değil bence. Bunu
yalnızca bir iz sürme, öykünme olarak düşünmemek gerek, “aşma” olarak da
düşünebiliriz; aşma, önemli bir sorunsaldır romancı için ki edebiyatı, yaptığı
işi ne kadar ciddiye aldığını gösterir.
ŞimdiNesli Ahîr’e dönecek olursam, H. Ziya’nın
bu romanını sağlığında kitap olarak yayınlatmaması çok dikkat çekici (1990’da
yayınlanacaktır). Ondan sonra hiç roman yazmaması da çok ilginç. Acaba yazdı da
yayınlatmadı mı? Ama arkasından böyle bir dosya çıkmamış. Özel yaşamındaki
birtakım nedenler olabilir tabiî ki. Örneğin Dünya Savaşı sırasında oğlu
Vedat’ın eğitimi için onu Avrupa’ya götürmesi, bir süre orada, çoğunlukla
İşviçre’de falan kalması, yazmaya zaman ve koşul bulamayışının nedeni olabilir.
Kırılgan ama çok yetenekli bir genç olan Vedat’ın trajik öyküsünü Bir Acı Hikâye (1942) adlı anı kitabında
kaleme alacaktır H. Ziya. 1935’te Vedat’ın intiharı sonrasındaki acısı çok büyük,
bu anlaşılılır bir şey. Zaten bu tarihten sonra daha çok anılarını kaleme
alıyor, makalelerini topluyor, kitaplarını yeni alfabe ve yazım biçimine göre
düzenleyerek bastırıyor ama Nesli Ahîraralarında yok. (Şunu da ekleyelim Vedat’tan çok önce, küçük yaşlardaki iki çocuğunu
da yitirmiş.) 1935 sonrasındaki roman yazmaması çok doğal ama benim üzerinde
durduğum Nesli Ahîr’den sonraki
yıllar.
H.
Ziya bu romanında kendi değişiyle “istibdat idaresine karşı ruhunda isyan
taşıyan genç nesli” anlatmak istemiş, toplumsal, siyasî bir romana yönelmiş
açıkcası; ancak özellikle Fecri Aticiler tarafından beğenilmemiş ve sert bir
biçimde eleştirilmiş. Belki bunun payı büyüktür. Anılarında bu romandan söz
ederken yirmi otuz sayfanın önemli olduğunu söylüyor, gerisini yakmak, yok
etmek istiyor ki kalınca bir romandır. Anladığımız, bir anlamda yapmak
istediğinin olmadığı yâni mayanın tutmadığıdır. Oysa “büyük ve mühim bir roman”
olarak tasarlanmıştır. Ama olmamıştır. Belki de siyasî, toplumsal (tezli) roman
yazmak, “didaktik” fikirler etrafında roman oluşturmak ona göre değildi!
“Bir
tefrika tutturdum. Büyük bir roman olacaktı; büyük ve mühim… İstibdat idaresine
karşı ruhunda isyan taşıyan genç nesil bu romanda timsalini [örneğini] bulmuş olacaktı. Ona Nesl-i
Ahir [en son nesil] demiştim. Eser
baştanbaşa yazıldı ve neşrolundu. Fakat günler umulmayan hadisatını [olaylarını] getirdikçe eser de mevzuunun
esasından uzaklaşmaya başlayarak nihayet gide gide her adımda yatağını
değiştirerek yayıldığı sahada kaybolan bir ırmak dağınıklığı ile ne olduğu belli
olmayan bir şekil aldı. Bugün ona uzaktan bakınca bu uzun kitaptan ancak yirmi
otuz sayfalık birkaç parçayı belki nisyandan [unutulmaktan] kurtarmak zahmetine değer diye düşünüyorum; geri
kalanları yakmak, yok etmek isterdim.” (H. Ziya, s. 900)
Bence
“romanın inşâ” meselesinde bir sorun var, kendisi de bunu görmüş ama tefrika
edildikten sonra görmüş ya da o kanıya varmış olmalı ki kitaplaştırmayarak bir
anlamda, Mai ve Siyah, hele de Aşkı Memnu ve Kırık Hayatlar’nın ardından kendi ifadesinden de anlaşıldığı gibi,
bu romanını eserler listesinden “çıkartmış”. İşaret ettiğim “aşma” sorunu hiç
kuşkusuz yazarın kendisi için de –belki daha çok– geçerli.
H.
Ziya’nın bu sorgulaması, romanıyla kurduğu ilişki, didişme sonrasındaki tavır, ele
aldığımız “ergenlik çağı” bağlamında, belki ormanın içinde tek bir ağacı
örneklemek gibi görünebilir; ancak H. Ziya doğuştan romancıdır, örnek
yerindeyse tek bir ağacı değil, ormanın niteliğini belirleyebilecek ağaç
topluluğunu imler. O kadar güçlü bir yazar, o kadar büyük bir romancıdır.
Özellikle
de edebî romanın ebedî olmasını dileyerek, 100 yıl önceki Dünya Savaşı’nı anımsatan, petrolün, siyasî
pazarlıkların, emperyal çıkarların neden olduğu, yaşanmakta olan şu savaş
günleri bir ân önce biter, bölgeye barış gelir, cinayetler, ölümler son bulur;
umarım bir üçüncü dünya savaşı çıkmaz!*
*8 Ekim 2014’te Mimar
Sinan Üniversitesi’ndeki, “I. Dünya Savaşı Döneminde Sanat ve Mimarlık
Sempozyumu”nda yapılan konuşmanın genişletilmiş biçimi.
Bkz. Ahmet Hamdi
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler,
Dergâh yay. Ekim 2005; Ayşe Hür, Öteki
Tarih-I, Profil yay. Şubat 2012; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, I-II, İnkılâp yay. 1987; Erol
Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya
Savaşı 1914-1918, İletişim yay. 2010; Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, haz. Nur Özmen Akın, Özgür
yay. Ocak 2008; Mete Tunçay, “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi-4, Çağdaş
Türkiye, yay. yön. Sina Akşin, Cem yay. 1989; Selim İleri, Türk Romanından Altın Sayfalar, Doğan
Kitap yay. Kasım 2001.
(Varlık, Aralık 2014)