ÜNLÜ OLAN HAKLI MIDIR?
Paulo Chelo’nun bir demeci vardı Ağustos ayında Ulysses ile ilgili olarak. Guardian’a vermiş ama ben Taraf gazetesindeki haberden okudum.
Kısaca şöyle demiş: “Edebiyata büyük zarar veren kitaplardan biri de James
Joyce’un yalnızca biçim olan romanı Ulysses.
Hiçbir şey yok. Özel değil, bir saçmalık.” (7.8. 2012)
Bu tür demeçler, yargılar, eleştiriler çok vardır
edebiyat dünyasında, bizde de olur. Falanca yazar mıdır, şair midir, vb. Özellikle
de kabul görmüş, ünlenmiş, beğenilmiş yazarlarla, şairlerle ilgili yüksekten
söz söyleme, farklı bir ataklığı ortaya koyar. Kuşkusuz birtakım dayanakları
vardır da Chelo estetik değerleri göz önüne alarak mı söylüyor, yoksa son
yıllarda kitaplarının dünyada çok sattığı, “küresel ün”e sahip olduğu için mi?
Yine o haberde onun sözleriyle şöyle bir alıntı vardı: “Ben modernim, çünkü zor
görüleni kolay kılıyorum; böylece tüm dünyayla iletişim kurabiliyorum.”
Bildik bir başka “durum” da, modernizmle birlikte
sanat-edebiyat çok daha geniş kitleyle buluşuyor ama bu buluşmada da niteliğinden
yitiriyor. Tabii ki Joyce ve benzerleri bunun dışında. Onun edebiyatı tam
tersine zenginlik katıyor, anlatı olanakları sunuyor; yol açıyor. Birkaç ay
önce Türkçe’de yayınlanan Terry Eagleton’ın İngiliz
Romanı başlıklı incelemesinde, James Joyce’u ele aldığı bir bölüm var.
Doğrusu konuyla ilgili olarak okunması önerilir ve buradan kısa bir alıntı:
“Joyce’un ütopyacı bir vizyonunun olduğu bile
söylenebilir. Ulysses’te betimlenen
dünya, büyük ölçüde hareketsiz ve hastalıklı iken bu dünyayı betimleyen dil,
son derece dinamik ve yaratıcıdır. Bu da biçim ile içerik, gösteren ile
gösterilen arasında ironik bir uyuşmazlığa yol açmıştır. Romanın içeriğinin
güncelliğine karşın dili geleceği öngörmekte; özgürlüğü, çoğulluğu, cinsel özgürleşmeyi,
farklı kimlikleri barındıran gelecekteki bir dünyayı simgelemektedir. Şu
durumda Ulysses, hem içeriği hem de
biçimiyle İrlanda milliyetçiliğini eleştiren, İrlanda’daki milliyetçi devrimin
sınırlarına işaret eden bir romandır. İrlanda bu devrimle birlikte bağımsız
olduğu kadar kültürsüz, püriten, patriarkal ve şovenist olan bir ulusa
dönüşmüştür. Böyle bir ulusta yaşamaktansa sürgün olmayı yeğleyen Joyce’un
sürgündeyken yazdıkları geri dönmek isteyeceği İrlanda hakkında epey fikir
verir.” (ss. 373/74, çev: Barış Özkul, Sözcükler yay. 2012)
O Dağa Çıkmış Şair
Gökçenur Ç. şiir düşünen, şiir çeviren, poetik yazılar
kaleme alan, sesini bulmuş, estetiğini oluşturmuş bir şair. Yeni şiir kitabı Sırtında Bunca Sözcükle, Yitik Ülke
Yayınları’ndan çıktı (Haziran 2012). Savaş Çekiç’in tasarımıyla güzel bir kitap
olmuş. Kitaptaki şiirleri bütünleyen ya da onunla koşut giden diyelim,
“illustrasyonlar” da Çekiç’e ait. Kitabın, daha küçük harflerle (punto) yazılmış (dizilmiş) bir alt
başlığı da var; başlıkla birlikte aynı nefeste de okunması gerekiyor sanki: Çıkılmaz Bu Dağa.
Kitap “720 Gün Yürümek’ten Alıntılar” ile başlıyor. Bu düzşiir
ki kitabın sonlarına doğru, benzer bir düzşiir ama daha kısa biçimde karşımıza
çıkıyor. Her şiir yedi öbekten ya da dizeden oluşuyor. Her şiirin sonunda son dize yani yedinci dize (ya da öbek)
italik olarak verilmiş. Sanki şiiri toparlamak var, bir bağlama belki de çözülebilir
bir fiyonk atma var. Şundan çözülebilir, belki bir sonrakiyle bağlantısını
bulmak, kurmak için. Öte yandan ister istemez bir “vurgu”yu oluşturuyor bu son
dize ya da ben öyle algılıyorum ki bu da bana modern bir “mesel” gibi geliyor.
Gökçenur Ç. bize
“öyküler” anlatıyor ama şiirselliği bozmuyor; imge kuruluşu, sözcük seçimi bunu
gösteriyor. Mitolojik, yerel, toplumsal göndermeler de var. Sözcük
yerleştirmesiyle, bölümlenmesiyle, başlıklarıyla “biçim”in matematiği olan bir
gövdesi var. Biçimdeki bu “gövde”, –içerikte– anlatılanlarla koşut sanki. Güncel
olan da var ama şiire zarar vermiyor. Kitabın başlığını çeşitli biçimlerde
okumak, çözümlemek, yorumlamak olanaklı; her şeyi anlamamız gerekmiyor, zaten
anlayamayız. Aslında bu, kitaptaki şiirlerle ilgili olduğu gibi son derece de
evrensel ve kapsamlı bir konu; neyse şöyle söyleyebilirim: Gökçenur Ç. sırtında
taşıdığı heybesiyle o dağa çıkabilmiş; yani çıkmakta ve şu ân zirvede değilse
de zirveye ulaşacağının muştusunu veriyor bize. Sayfa 44’teki şiirin son iki
dizesini küçük not defterime düşmüşüm:
6-
İskelenin ucunda viyolonsel çalıyor bir kadın, sonra konuşsak bunları,
7- Şarkı bitmeden soyunsak, ateşten bir arşe
gibi tutsan erkekliğimi.
Yeniden
Sait Faik
Bütün
yapıtları, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yeniden basılıyor Sait Faik’in. İlk
çıkanlar arasında üç hikâye Mahalle Kahvesi,Son Kuşlar, Alemdağ’da Var Bir yılan ile Kayıp
Aranıyor romanı var. Bir de Seçme
Hikâyeler . Anlaşıldığı kadarıyla Yapı Kredi Yayınları’nda basımı biten
kitaplarla başlanmış. Gayet güzel kapaklar yapmışlar, herkesin emeğine sağlık
da bir-iki nokta var soru işaretleri doğuran.
Celâl Üster eleştirel olarak söz etmişti (Cumhuriyet Kitap, 29 Kasım 2012) ama
kısaca ben de değineyim. Kitapların arkasında “Darüşşafaka: Eğitimde Fırsat
Eşitliği...” başlıklı bir yazı var. Bu kitabın orijinalliğini bozuyor; bir
“reklam” yazısı. Cemiyet’in eğitime yaptığı katkılar başka türlü ve başka
mecralarda da ifade edilebilir, ediliyor zaten. Yapı Kredi basımında, benzer
bir “içerik” kitabın başındaki altıncı sayfada bir “not” biçiminde var. Bir
ikincisi de Seçme Hikâyeler ’i kimin
seçtiği; niye o hikâyelerin seçildiği. Doğrusu bir açıklama istiyor.
Bu “Seçme” konusu edebiyatta başlı başına bir sorun.
Antolojilerde de böyle. Neyi, niçin aldın? Bir şekilde alınıyor ama Sait Faik
için yapılan Seçme’ye dair, seçen kişi (kim o?) kendi ölçütünü ortaya
koyabilir. Diyelim Ada hikâyeleri der; her kitaptan bir hikâye der; vapur-deniz
yolculuğu der; aylaklık diyebilir. Kuşkusuz kitabın belirlenmiş hacmine göre de
sorun çıkabilir, bu temadaki bazı hikâyeler zorunlu olarak dışarıda kalabilir. Bu
da olabilir ama iyi-kötü, doğru-yanlış seçmenin ölçütünü, seçenin bakışını
bilmek istiyor insan. Bu seçmelerin kapağında da “100 Temel Eser’den biri” ibaresi var. Dolayısıyla hem bir kolaylığı hem
de “ticarî” bir yanı var bu Seçme’lerin.
Bir de son edisyonlardaki referanslar. İş Bankası Kültür
Yayınları’ndan çıkan son kitapların (doğal olarak seçmeler hariç), başında
editörün notu yer alıyor. Bu notta, kitap basıma hazırlanırken daha önce hangi
basımlara bakıldığı (karşılaştırıldığı) belirtiliyor. Varlık Yayınları’ndaki
birinci ya da ikinci basımlar ile YKY’deki son basımla karşılaştırıldığı
belirtiliyor. Ne var ki Bilgi Yayınları’nın “edisyon”undan söz edilmiyor.
Benzer not YKY’de de var; orada da Bilgi’den söz edilmiyor. Yani her iki
yayınevinde hazırlayanlar Bilgi basımlarına bakmamış, öyle anlaşılıyor! Her iki
edisyonun künye sayfasında, Bilgi basımlarının tarihi belirtilmiş.
Evet,
Bilgi basımlarında iki kitap birlikte basılmıştı (çoğunlukla) ancak ilk “bütün
eserler”di ve Muzaffer Uyguner’in o edisyona katkıları vardı; yayınlanmamış
yazılar bulmuş, düzeltmeler yapmıştı; yanlış mı anımsıyorum?
Resmî
Tarih
Roman
şiir, hikâye dedik, biraz da edebiyatın dışına çıkalım. Ayşe Hür’ün Öteki Tarih adlı çalışması (2 cilt) bu
yıl içinde yayınlandı (Profil yay. 2012). Adından da anlaşıldığı gibi resmî
tarihten uzaklaşıyor Ayşe Hür. Başka bir açıdan bakmaya çalışıyor. Ancak
önümüze de hep belge koyuyor. Tarih bizde ne hikmetse “yalan”lar, “yadsıma”lar,
“yoksayma”larla yazılan bir disiplin. Kuşkusuz benzer durum birçok ülkede var!
Nitekim söz belleğimde iyice yer etmiş, tarihçinin adını anımsayamıyorum ama.
Yıllar önce Milliyet Gazetesi’ndeki
“entelektüel bakış” köşesinde Nilüfer Kuyaş’ın ABD’li bir tarihçiyle yaptığı
söyleşi vardı. Konu Resmî Tarih’ti ve şu ân adı aklıma gelmeyen (ne yazık ki not
etmemişim) tarihçi, “biz de resmî tarihten çok çekiyoruz”, gibisinden
konuşmuştu. Kolay kolay bu anlayış aşılmıyor.
Yine unutamadığım bir Arjantin filmi var; adı da Resmi Tarih. Yıllar önce İstanbul Film
Festivali’nde izlemiştim. Perdelerden
Caddelere Dökülüvermiş (Çınar yay. 1995) adlı kitabımda 12 Nisan 1986
günlüğü olarak şöyle geçiyor:
“Benzerlik mi? Rastlantı mı? Evrensellik mi?” diye
soruyorum kendi kendime Resmi Tarih’i
izlerken. Arjantin’in acıları. Baskılar. Tarihi çarpıtanlar ya da
Amerikanlaşanlar. Baba şöyle diyor büyük oğlu için: “Bugün Arjantin’de para
kazananlar, sahtekârlar, düzenbazlar, hainler, o.... çocukları, vb. bir de
benim büyük oğlum.” Asıl sorun kayıp çocuklar. Halkın elinden her şeyi alındığı
gibi; çocuklarını da alıyorlar; bir de “büyük oğul”lar. Hiç böyle şeyler pek
olmaz bana ama statükocu tarih hocası, gerçek tarihi kavramaya çalışan
öğrenciye “pekiyi” verince, birdenbire gözlerimde iki yaş beliriyor.
Nedir şu halkların bitmez tükenmez dertleri, acıları;
hele Latin Amerikalılar’ın. Tarih hocasının bu davranışı rastlantı değil, o da
halktan yana olmaya doğru değişiyor. Belki de bu “pekiyi” bir küçük başlangıç.
Öyle şeyler duyuyor, öyle şeylere tanık oluyor ki değişmemek elde mi? Amerikanlaşmamışsanız
tabii... Artık tarihi nasıl okuyacağını öğreniyor; her şeyi bırakıp gidiyor. Diriliş’teki soylu Nehludov’u
anımsıyorum. (s.13)
Öteki Tarih’in birinci
cildi “Abdülmecid’den İttihat Terakki’ye”, ikinci cildi de “Mondros’tan İzmir
Suikastı Davası’na” başlıklarını taşıyor. Üçüncü cilt de yoldaymış. Yazıların
çoğu Taraf ve Agos gazetelerinde yayınlanmış. Ayşe Hür kitaplaştırırken
eklemeler, düzeltmeler yapmış; yayınlanmayan yazılar koymuş. Önce ikinci cildi
sonra birinci cildi okudum; aslında üçüncü cildi bekleyemedim, bekleseydim o
ciltten okumaya başlayacaktım. Yani bugünden geriye, geçmişe doğru yol almak
(okumak). Gerçi yazıların çoğunu yayınlandığı zaman okumuştum ama tabii ki
kitap bütünlüğü başka bir atmosfer oluşturuyor. Çok acımasız... haksızlık, adaletsizlik, hukuksuzluk... yani
tam bir Makyavelizm!
Düzeni Boz(mak)!
Bir tür tanımı
yok. Ama kurmaca, şık bir kitap olmuş, kapağıyla, basımıyla, ebadıyla, sayfa
düzeniyle, puntosuyla vb. yani bütünlüklü tasarımıyla. Bülent Erkmen’in elinden
çıkmış, Düzenboz (Geniş Kitaplık,
Ekim 2012).
Başar Başarır’ın son kitabı Düzenboz. Başarır az yayınlayan bir hikâyeci ya da “anlatıcı”.
Metinde güncel olan alegorik bir biçimde işleniyor ya da ele alınıyor. İronik
bir metin; dilsel oyunlarla birlikte bazen kapalı bazen açık göndermeleri var,
siyasî, toplumsal olana. Adının da imlediği gibi bir “bozma” var. Parçalı anlatılardan
oluşuyor; bu anlatıların adılları (zamir) var: ben/sen/o/biz/siz/onlar.
Dolayısıyla bu adılların kapsadığı metinlerin (anlatı) başlıkları da şöyle:
Fırıncı Musa/Çikolata/Açılmıyor/Boğazlı Kazak/Gören Gözler/Şehzadenin Sünneti.
O zaman kitabın başındaki şu notu da belirtelim: “Bu kitaptaki olayların ve
karakterlerin tamamı elbette kurgusaldır. Ancak, anlatılanların gerçek
hayattaki olay ve karakterlerle benzerlikleri hiç de tesadüfi değildir.”
Kitapta tür’e ilişkin bir tanım, adlandırma yok dedik.
Anlatı mı, roman mı, hikâye mi? Bile iste konmadığı çok açık. İşte karşımızda
“kurmaca bir metin”. Parçalardan oluşuyor ama bir bütünlüğü var. Böyle olunca
da klasik novellayı çağrıştırıyor. Şöyle diyebilir miyiz, bir felaket sonrası
ya da sırasında birbirini bütünleyen ya da devam ettiren hikâyelerden oluşan
“hikâye”, hatta kısa roman ya da metin, klasik novella. Biz de toplumsal bir
“felaket” yaşadığımıza göre Başarır’ın metnine niye “novella” demiyelim! Tabii
“modern” bir novella. Bir fikir vermek
amacıyla, Saramago’nun Körlük ve Görmek romanlarındaki ”tema”ları da çağrıştıran
arka kapağı buraya alıntılayalım:
“Bir
sabah kalktığımızda
ekmekler
mayalanmazsa, kilitler açılmazsa, bilgisayarlar çalışmazsa, motorlu taşıtlar
ilerlemezse, kameralar kayıt yapmazsa ve
sonunda
elektrik tamamen kesilirse... Ne olur?
Düzen
bozulur.
Ben,
sen, o, biz, siz, onlar...
Hepimizin
alıştığı, bir şekilde uyum sağladığı,
parçası
haline geldiği şu meşhur düzen bozulur.
Evet,
evet! Tamamen bozulur.
Bozulsun
öyleyse. Zamanı çoktan gelmemiş miydi zaten?
Fena
mı olur?”
(“Kalemin
Ucu”, Özgür Edebiyat, Ocak-Şubat,
2013)