ZAMAN Kİ HÜZÜNLE AKMAKTA
Zamanla ilgili bir toplantıya
katılacaktım. Toplantı önerisini kabul ettiğimde kafamın içinde zaman kavramına
ilişkin binlerce “şey” vardı. Okuduğum yazarların, filozofların zamanla ilgili
yazıları geldi aklıma. Hazırlayacağım konuşma metnini kestirivermiştim.
Ne var ki konuşma metnini yazmak
için masamın başına geçtiğimde, yine kafamın içinde, binlerce sözcük dolaşıyor;
ama bunları bir türlü toparlayamıyor, kâğıda geçiremiyordum. Çünkü her şeyden
önce “zaman” kavramını hangi bağlamda ele alacaktım. Felsefî boyutuyla mı,
fizik açısından mı, matematiksel olarak mı; “uzay ve zaman,” “mekân ve zaman”
kavram çiftleri olarak mı ele alacaktım? Bu tür sorular peşi sıra geliyor,
zaman geçiyor, kafamı toparlayamıyordum.
Zamanı, çok geniş tanımlama ve
açıklama alanı olmasına karşın, günlük yaşamımızda kolaycılığa kaçmakla
birlikte çeşitli biçimlerde, açıklayabiliyorduk. Ama kuramsal olarak açıklanışı
nasıldı? Platon’dan Kant’a, Aristoteles’ten Newton’a ve Einstein’a, Herakleitos’tan
Hegel’e, hatta Reichenbach’a kadar kaynakları masamın üstüne koydum.
Aslında çok bilinen ortak bir tanım
vardı; zaman sonsuz bir akıştı. Biz de bunu günlük yaşamımızda dün, bugün,
yarın olarak betimliyorduk. Kaynakları karıştırıyor ama bir yandan da zamanı
kuramsal bir biçimde irdelemek beni çekmiyordu.
Ben, her ne kadar felsefe eğitimi
görmüş, hatta yüksek-lisans eğitimini tamamlamış ve bir türlü tez yazmaya
başlayamadığı için zamanını doldurmuş biri olamama karşın yine de kişisel,
öznel, dahası denilebilir ki duygusal bir düzlemde konuyu ele almak istiyordum.
Her şeyden önce, korkum, beni dinleyecek olanların zamanını bir işkenceye, bir
bunalıma dönüştürmekti. Bilmem dönüştü mü?
Böylece yaşam, yaşamak kavramları
gündeme geldi, ister istemez de yaşamı yoğun bir duyarlılık ve çok çeşitli
yönleriyle dile getirme işini üstlenmiş olan şâirlere el attım. Bana göre şâirler
bu işin tam kişileriydi. Zaman konusunda çok zengin bir şâir albümü çıkacağını
bilmeme karşın, Hâşim, Tanpınar ve Hilmi Yavuz’a yönelip, şiirlerine bir kez
daha başvurdum. Zamana yönelik çok sayıda ipuçları vardı.
Özellikle “akşam”, “sonbahar”
sözcükleri ve betimlemeleri çok sık geçiyordu. Dolayısıyla karşıma birdenbire
hüzün çıkıverdi; ve bir yanıyla zamanın ne kadar çok hüzün olduğunu duyumsadım.
Evet, zaman hüzündü. Özellikle “yaşam penceresi”nden baktığımızda ilk önce
gördüğümüz oydu.
Gittim aynaya baktım ve aynada
zamanı gördüm.
On–on bir yaşındaki küçük çocuğun
elini tuttuğu, akşamları gelişini, kapıyı çalışını dört gözle beklediği, pazar
sabahları keyifle yediği rafadan yumurtayı yapan babasının, yıllar sonra acılar
içinde kıvranışına hastane odalarında tanık oluşu muydu zaman?
Ya da aynanın karşısında saçını
taramasını hayran hayran izlediği genç ve güzel annesinin, yaşlı bir kadın
oluşuna, yüzündeki kırışıklıklarına, romatizma ağrılarına, kalp çarpıntılarına,
beyaz saçlarına tanık oluşu muydu zaman?
Tüm bunlar zamanın farklı farklı
görünüşleriyse, o hâlde hiç de hüznün uzağında değilim...
Ya da o mavi gözlü küçük çocuğun,
annesinin eteğinin dibinden ayrılmayan, pazar akşamları yatılı okula giden
ağbisinin ardından gizlice ağlayan, tatil günlerinde babasıyla evin içinde top
oynayan, kardeşi küçük bebeğe elma püresi yediren o çocuğun aynada şimdiki
görüntüsü müydü zaman?
Belki de zaman, 1960’ın boş
sokaklarını, 29 Ekimler’in Taksim Meydanı’nı, düğünlere, sünnet düğünlerine,
nişanlara hazırlanırken alış-veriş için gidilen Kapalıçarşı’yı, Beyoğlu’nu
anımsayan; tramvaya binmenin çok çekici ama günlük yaşamda sıradan bir eylem
olduğu günlerden büyüyerek gelen, bir yandan büyüyerek bir yandan da
İstanbul’un trajedisine, 12 Mart’a, 12 Eylül’e tanık olan o aynadaki
görüntüydü.
Tüm bunlar belki işin küçük küçük
parçalarıdır, ama hepsi de gerçektir ve adı zaman olan sonsuz akışın içinden
geçmiştir. Evet, meğerse zaman ne kadar da hüzünmüş.
Biraz da Tanpınar’a kulak verelim:
Ne
içindeyim zamanın
Ne
de büsbütün dışında;
Yekpâre,
geniş bir ânın
Parçalanmaz
akışında
ya da
Bir başka gözle bakarsın ömür denen
uykuya
ya da
Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan
başka
ya da
Ben
zamanı gördüm,
İçimde
ve dışımda sessiz çalışıyordu,
Bir
mezar böyle kazılırdı ancak
Bilindiği gibi Hilmi Yavuz’un da, ki
kendisi Hâşim gibi hüzne sık göndermeler yapar, Zaman Şiirleri adlı bir kitabı vardır ve yapıt, dün, bugün, yarın
olmak üzere üç eksende zamanı ele alır:
Farkında mısın? akşamlar da
yaşlanmada artık
ya da
Zaman’ın
sırı hâlâ duruyor olmalı ki üzerimizde
Biz
bakınca görünen aynalardı
Yukarıda, aynadaki görüntüden söz
ettim. Bir de, aynanın karşısında duranın kendisinin zaman ile, hatta aynanın
kendisinin zaman ile olan ilişkisi var.
Evet, aynaya bakan şöyle dedi:
“Bazen zaman, örneğin bir ayna karşısında, insafsız, acımasız bir nesneden
başka nedir ki?”
Sonra, ayna hakkında şunları düşündü
ve düşündüklerini yazdı:
“Zaman
ile ayna, inanılmaz derece birbirlerine benzer, her aynaya bakış bir zamana
rastlar. Ve her zaman, aynaya bakışımız bir önceki değildir. Ayna zamanın
değişimini somutlayan tek nesnedir. Zaten zaman büyük, köklü bir değişim değil
midir?”
Önemli bir gerçek de, yaşamış
olmanın, yaşamışlığın, kişiye engin bir zenginlik kattığıdır. Üstelik bunu
birçok sanatçıda görebiliriz. Ressamda, heykeltraşta, bir müzisyende. Yıllar
önceki bir parçasını yorumlayan bir müzisyeni dinlediğinizde, çok daha olgun,
çok daha bilge çaldığını duyumsar ve onun yaşamışlığını görürsünüz. Böylesine
bir durumda zaman hiç de acıklı değildir. Yine Tanpınar’ı anımsayalım:
Değişmenin
ebedî olduğu yerde
Güzeldir
hayat!
Yazarların başyapıtları da
genellikle belli bir yaşamışlıktan sonra gelir.
Edebiyatta dâhi çocuklar vardır. Ama
bir yazarın olgunluk döneminin, ustalık döneminin yapıtlarını ele aldığınızda,
onun bilgeliğini, yoğunluğunu da görürsünüz. Zaman her ne kadar olumsuz geçse,
yâni bir bakıma hüzün ve acılar ise de, kesinlikle binlerce şeyi o akış içinde
öğretir.
“Fahrenayt 451” adlı filmin
kahramanı bir yerde şöyle der: “Siz yaşamıyorsunuz, zaman geçiriyorsunuz.”
Yaşadığımız sürece olgunlaşır, yetkinleşiriz. Bu yaşamışlık da, yâni bu
yaşamışlığın süresi de kişiden kişiye değişir. Kimisi için yıllarca sürer;
kimisi ise, olgunluğuna, kendi, bilgeliğine birkaç yılda ulaşabilir. Çoğu kere,
geriye döner ve şu soruyu sorarız: Yaşadık mı, zaman mı geçirdik?
Aşklar da böyle değil midir? Zaman Şiirleri’ne dönelim:
aşkların
içinden geçtim: Zaman’dı…
Yazlar
kendi içlerinde kayboldulardı
İlkgençlik aşkları oldukça
farklıdır. Asla, ömürboyu başkasını öyle sevemeyeceğinize inanırsınız,
sevdiğiniz sizi terk etmiş ya da herhangi bir nedenden dolayı ayrılmışsanız, o
an sizin için dünyanın sonu gelmiştir. Yaşamınız boyunca acı çekeceğinize olan
inancınız tamdır. Sarhoş olur, sokaklarda gezer, dahası salya-sümük ağlarsınız.
Ama zaman geçtikçe, belli bir
yaşamışlıktan sonra gerçek aşkın ne olduğunu anlamışsınızdır. O zaman, görkemli
aşklar yaşama şansınız çok daha fazladır. Çünkü zaman size kadını ya da erkeği
tanıtmıştır. Kadını ya da erkeği dahası insanı ancak, yaşamışlık sonucu
tanıyabilirsiniz. Ruhunu da, bedenini de…
Filozoflar için zamanın
açıklamasında mekân çok önemlidir. “Zaman ve mekân” bir kavram çifti olarak ele
alınır. Özellikle maddenin hareketini, “zaman ve mekân” olarak açıklayan
filozoflar böyle bakar. Mekân, çok önemlidir. Meselâ bir göl, meselâ gölde bir
kamış...
Ben yine şâirlere dönüyorum, gerçi Reichenbach,
zamanın tanımlaması konusunda şâirce yaklaşımlara pek îtibar etmez. Felsefe
başka şey, şiir başka şey, der. Doğru öyledir. Şiir başkadır, felsefe başka...
Hâşim’de de Tanpınar’da da, daha
önce dediğim gibi bir kavram olarak “akşam” çok önemlidir ve çok sık geçer. Çünkü
zamanın belirlenmesinde de, duygu aktarımında da imlediği, yâni bir gösterge
olarak imlediği birçok anlamı vardır. Günün bitişi, bir sürenin sona ermesi,
aydınlığın karanlığa dönüşmesi, hüzünlü bir atmosferin oluşturulması gibi.
Her ne kadar zaman konusunda
filozoflar, bilimciler kuramsal tartışmalara yöneliyorlarsa da, ben yazımı
Ahmed Hâşim’in iki dizesiyle bitireceğim:
Akşam,
yine akşam, yine akşam
Göllerde
bu dem bir kamış olsam
Hep
Sonbaharı Yaşadık, İş Kültür yay., Ekim 2003